Home YAŞAM KÜLTÜR AUTOBAN KURUCU ORTAĞI SEYHAN ÖZDEMİR SARPER: DEVASA APARTMAN TARLALARI KENTLERİN HAFIZASINI YOK...

AUTOBAN KURUCU ORTAĞI SEYHAN ÖZDEMİR SARPER: DEVASA APARTMAN TARLALARI KENTLERİN HAFIZASINI YOK ETTİ

0

AUTOBAN KURUCU ORTAĞI SEYHAN ÖZDEMİR SARPER: DEVASA APARTMAN TARLALARI KENTLERİN HAFIZASINI YOK ETTİ

“Gerçek lüks, doğayı ve hafızayı gözeten, zanaati geleceğe taşıyan projeler üretmek” diyen Autoban’ın kurucu ortağı Seyhan Özdemir Sarper, İstanbul’un kaybolan kent hafızasını, apartman tarlalarını, Maldivler’den Dubai’ye yeni yaşam senaryolarını anlattı. Yurt dışında 100’den fazla projeye imza attıklarını söyleyen Sarper, “Bizim için en heyecan verici taraf çok kültürlülük. Singapurlu bir müşterinin Hong Kong’da İtalyan restoranı yaptırması ve bunu bir Türk ofise emanet etmesi gibi kesişimler” diyor.

İstanbul’dan Maldivler’e, Bakü’den Londra’ya uzanan bir mimarlık ve tasarım yolculuğuna imza atıyor Autoban Mimarlık. Kurucu ortaklar mimar Seyhan Özdemir Sarper ve Sefer Çağlar tasarladıkları her mekanı “film senaryosu” gibi kurguluyorlar. Seyhan Özdemir Sarper ile Galata’daki ofislerinde buluştuk. Sarper, kent hafızasını neden dert ettiğini, zanaatla teknolojiyi ve yapay zekayı nasıl yan yana yürüttüklerini, lüks anlayışının nasıl değiştiğini anlattı.

Önce sizi sizden dinleyerek başlayalım. Seyhan Özdemir Sarper kimdir, mimarlık yolculuğunuz nasıl başladı, Autoban nasıl doğdu?

1975 İstanbul doğumluyum. Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunuyum. Ortağım Sefer Çağlar da aynı okulda iç mimarlık okuyordu, benden bir dönem üstteydi. Koridorlarda, atölyelerde tanıştık, benzer hayalleri ve hedefleri olan iki genç tasarımcı olarak daha öğrencilikte birlikte çalışmaya başladık. Sefer’le üniversiteden beri hep “ikili” olarak devam ettik ve 2003’te bu yol arkadaşlığını “Autoban” adı altında resmileştirdik. İsmi de aslında tam buradan geliyor, aynı yolda yürüyen iki ortak, uzun bir yolculuk ve tasarım üzerinden kurulan bir ortak hayat.

FİLM SENARYOSU YAZMAK GİBİ

Yıllardır hem Türkiye’de hem yurt dışında projelere imza atıyorsunuz. Bir proje kapınızı çaldığında, tasarıma başlamadan önce kendinize ve müşterinize ilk neyi sorarsınız?

Aslında tek bir temel soru yok, çok soru soruyoruz. En başta şuna bakıyoruz: Bu müşteriyle aynı yolda yürüyebilecek miyiz? Vizyonlarımız, hedeflerimiz, dünyaya bakışımız benziyor mu? Çünkü bazı projeler gerçekten 5 yıl sürüyor. Bu kadar uzun bir zamanı birlikte geçiriyorsanız, müşteriyle kurduğunuz ilişki gerçek bir yol arkadaşlığına dönüşüyor. Biz ağırlıklı olarak ticari projeler yapıyoruz. Yani bir müşteriye tasarlıyoruz ama onun da müşterisi var. Dolayısıyla önce son kullanıcıyı anlamaya çalışıyoruz. Kim bu mekanı kullanacak, daha önce neleri deneyimledi, bugün ona nasıl daha benzersiz, daha ünik bir tecrübe sunabiliriz? Lokasyon da bizim için aynı derecede önemli. İstanbul’un içinde bile semtten semte profil değişiyor, Kadıköy’de bir buluşma noktası tasarlamakla, Londra ya da Bali’de bir proje yapmak çok farklı. Coğrafya, kültür, yaşam alışkanlıkları, geçmişi, bugünü ve geleceğe dair hedefleriyle birlikte okunmalı. Mimarlığı biz biraz “film senaryosu yazmaya” benzetiyoruz. Kullanıcıyı, yeri, kültürü, zamansal katmanları bir araya getirip üç boyutlu bir deneyime dönüştürüyoruz. Mekan aslında bu deneyimin kabuğu gibi, önce hikayeyi kuruyoruz, mekan onun üzerinden geliyor.

İLK İŞİNİZİ, AUTOBAN’IN HİKAYESİNDE SİZİ BİR BASAMAK YUKARI TAŞIYAN PROJELERİ ÖĞRENELİM…

İlk işimizi hiç unutmam. 2003’te Ortaköy’de Rıfat ve Esat Edin için Sedir Cafe’yi yaptık. Ailelerinden kalma bir mekandı; bizim için de gerçek anlamda başlangıç noktası oldu. Sonra çok yoğun bir perakende ve gastronomi dönemi geldi. Vakko ile 2005’te çalışmaya başladık; 7 yıl boyunca 100’den fazla mağaza ve Nakkaştepe’deki genel merkezde görev aldık. Aynı dönemde İstanbul’da House Cafe, Kitchenette, Angelique, Da Mario, Macro, Komşu Fırın, AFM sinemaları gibi pek çok mekanı tasarladık. Hem gastronomi hem gündelik şehir hayatında sevdiğimiz, içinde zaman geçirdiğimiz yerleri yeniden kurgulamak çok keyifliydi. Bir yandan da ürün tasarımı yapıyorduk. İlk prototiplerimizle Paris’te Salon du Marbre fuarına katıldık, “genç tasarımcı” olarak kabul edildik ve uluslararası basınla ilk orada tanıştık. 2007’de Portekizli De La Espada ile çalışmaya başladık, ürünlerimizi dünyaya dağıttılar.

YURT DIŞINA İLK AÇILIM NASIL OLDU?

 

2008–2009’da ilk yurt dışı mimari projelerimiz Madrid ve Hong Kong’dan geldi. Farklı coğrafyalarda, farklı kültürel bağlamlarda tasarlamak bizim için ciddi bir eşikti. 2011’de Atatürk Havalimanı CIP Lounge projesi hayatımıza girdi. Yedi yıl üst üste “dünyanın en iyi lounge’u” seçildi. Bu başarının ardından 2012’de Bakü Haydar Aliyev Havalimanı’nın iç mimarisini üstlendik. 43 bin metrekarelik, yolcunun gördüğü her alanın tasarımından sorumluyduk, o gün itibarıyla ölçek olarak yaptığımız en büyük projeydi.

SANIRIM SONRASINDA DA ÇOK SAYIDA YURT DIŞI PROJE OLDU

Doğru. Sonra Malta, Manchester, Zürih gibi pek çok şehirde projeler geldi. 2017’de başladığımız, 2018’de açılan Joali Maldives ise bambaşka bir kapı açtı, resort tasarımında adeta yeni bir evreydi bizim için. Ardından Joali Being geldi. Türkiye’de ise Galataport’un terminal bölümü ve Sabancı Kuleleri’ndeki Akbank Genel Müdürlük projesi son dönemin iki önemli dönüşüm projesi oldu. Bir de Hilton Bosphorus var ki; 1950’lerden kalma modernist bir yapı, İstanbul’un hafızasında çok önemli bir yer tutuyor. Onun yenilenmesi, bizim için mimarinin tarih ve kent hafızasıyla kurduğu ilişkiyi yeniden düşünmek anlamına da geldi.

LÜKS, BUGÜN DOĞAYI KORUYABİLMEK

Bugün lüks kavramının da değiştiğini düşünüyorum. Sanki bir projede doğayı koruyabilmek, sürdürülebilir bir yaklaşım benimsemek en büyük lüks haline geldi. Siz nasıl görüyorsunuz?

Kesinlikle katılıyorum. Bugün doğayı korumak gerçekten bir lüks. Sürdürülebilir proje yapmak da öyle, birincisi daha pahalı, ikincisi çok daha nitelikli bir yatırımcı ve kullanıcı profili gerektiriyor. Artık sadece parayla ulaşılabilen bir konfor değil; seçimlerinizle, duyarlılıklarınızla ayrışmak da başlı başına bir lüks. Biz projelerimizde hep “arkasındaki felsefe”yi kurmaya çalışıyoruz. Buna “narrative- anlatı” diyoruz. Verileri alıyoruz, oradan bir ana fikir çıkarıyoruz ve o fikri üç boyutlu bir deneyime dönüştürüyoruz. Aslında mekan değil, deneyim tasarlıyoruz; duvarlar, malzemeler, mobilyalar bu deneyimin taşıyıcısı. Güzellik-çirkinlik, klasik-modern gibi kavramlar çok göreli. Bir kişi için çok kıymetli olan bir detay, bir başkası için hiçbir şey ifade etmeyebilir. O yüzden biz şunu soruyoruz, “Gözünüzü kapattığınızda bu mekandan ne kalıyor aklınızda? Nasıl bir duygu?” Aslında onun peşindeyiz. Bu noktada hafıza çok önemli. İnsanların geçmişleriyle bağ kurabilecekleri ama geleceğe bakan bir hafıza yaratmayı seviyoruz. Bazen anneannemizin oturduğu yüksek sırtlı berjerin hissini çağrıştıran bir koltukla, bazen bir binanın eski kalem işlerini brüt beton duvara şablon ile geri taşıyarak yapıyoruz bunu.

ZANAAT VE YEREL ÜRETİM

Zanaatla, el işçiliğiyle kurduğunuz bağ da sizi farklı kılıyor. Galata’da ofis açmanızın nedeni de bu, değil mi?

Evet, tamamen öyle. İlk ofisimizi Galata’da kurmamızın sebebi, çevredeki yerel imalatçılara ve zanaatkarlara yakın olmaktı. 2003’te hâlâ çok güçlü bir zanaat yapısı vardı: Türk ve gayrimüslim ustalar, babadan-dededen kalan işleri sürdürüyorlardı. Biz tasarımcı olarak denemeye açık, yeni biçimler arıyoruz, onlar da el işçiliğiyle yeni teknikler denemeye çok açıktı. Ortak dilimiz buydu. Onlardan çok şey öğrendik, birlikte sayısız prototip yaptık. Torna atölyelerinde, marangozhanelerde çok vakit geçirdim, talaş tozu yuta yuta büyüdük diyebilirim. Zanaatı olduğu gibi korumak kıymetli ama bence asıl önemli olan, onu bulunduğu yerden alıp güncellemek ve ileri taşımak. Hangi coğrafyada çalışıyorsak oranın yerel malzemesini, yerel işçiliğini kullanmaya özen gösteriyoruz. Maldivler’de örneğin, klasik usta kültürü çok yok ama oyma (carving) dili çok güçlü. Hindistan ve Endonezya etkisiyle tanrılarını, mitlerini oyma üzerinden anlatan bir kültür. Biz orada bu oymayı birebir kopyalamadık ama ahşap panellere lazerle işleyip, el işçiliğiyle yumuşatarak yeniden yorumladık. Yani hem teknolojiyi hem zanaati birlikte kullanmaya çalışıyoruz.

MALİYETLER HAFTALIK DEĞİŞİYOR

Bir yandan sürdürülebilir malzemeler, zanaat, yerel üretim… Diğer yandan Türkiye’de yükselen maliyetler, hızla değişen fiyatlar. Bu tablo tasarım tercihlerinizi nasıl etkiliyor?

Elbette çok etkiliyor. Maliyetlerin haftalık, hatta günlük değiştiği bir ortamda çalışıyoruz. Zanaatın değeri arttı ama onu yapacak insan sayısı azaldı. Buna rağmen bu alanlardan vazgeçmek istemiyoruz, çünkü bizi biz yapan şeyler bunlar. Bazen yerel malzemeyi, daha ulaşılabilir olanı seçip onu tasarım gücüyle farklılaştırıyoruz, bazen müşteriye yatırımın uzun vadeli değerini anlatmaya çalışıyoruz. Hafıza ve zanaat bizim için olmazsa olmaz.

YENİ TEKNOLOJİLER, ÖZELLİKLE YAPAY ZEKA TASARIM PRATİĞİNİZE NASIL GİRİYOR?

Zanaat bizim için hep vardı, buna paralel olarak ileri teknolojiyi de sürekli güncel tutuyoruz. Yapay zekayı şu anda iki ana alanda kullanıyoruz diyebilirim. Birincisi, bilgi. Her projede bir hikaye yazıyoruz, bu hikayeyi kurgularken, bilmediğimiz bir konuda ne söylenmiş, hangi referanslar var, gözden kaçan bir katman var mı, bunları görmek için yapay zeka bize ciddi bir arşiv ve araştırma desteği sağlıyor. İkincisi, bir tür “check” mekanizması. Müşteriler artık yapay zeka ile kendi kendilerine 50 farklı görsel alternatif üretebiliyor. Biz de zaman zaman bu görselleri görüp, onların beklentisiyle kendi yaklaşımımız arasındaki mesafeyi anlamaya çalışıyoruz. Ama günün sonunda yapay zeka sizin yerinize tasarıma karar veremez; o sadece bir araç. Asıl mesele fikri ve deneyimi kurgulamak.

“APARTMAN TARLALARI”

Biraz da kent hafızasına gelelim. İstanbul çok özel bir şehir ama hızlı ve çoğu zaman kontrolsüz bir dönüşümden geçiyor. Bir mimar olarak İstanbul’a baktığınızda ne hissediyorsunuz?

Aıkçası üzülüyorum. Bu ülkenin son yüzyılı çok zorlu ama aynı zamanda çok yaratıcı geçmiş, inanılmaz işler yapılmış. Bugün çalıştığımız Hilton Bosphorus bunun iyi örneklerinden biri. 1950’lerde yapılmış, Avrupa’daki ilk Hilton binası. SOM ve Serhat Hakkı Eldem’in ortak imzası var. Modernist bir yapı ama yerel dokunuşlarla çok güzel harmanlanmış. Hilton yıllarca İstanbul’un ve dünyanın hafızasında yer etti. Politikacılar, sanatçılar, devlet adamları… Bir dönem herkes orada konakladı, toplantı yaptı, balo düzenledi. Yerel halk için de düğünlerden balayına, ilk büyük konferanslardan konserlere kadar birçok hatıra birikti.

Şimdi biz o binayı güncelliyoruz, bu sadece bir renovasyon değil, aynı zamanda bir dönemin düşünme biçimini korumaya çalışmak. Ne yazık ki birçok başka yapıyı kaybettik. Kentin hafızası sadece “100 yıl öncesinin eseri” değildir, daha yakın dönemin apartmanları, konakları, özgün tipolojileri de bu hafızanın parçası. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde “apartman tarlaları” oluştu. Küçük, 5-7 daireli apartmanlardan, herkesin birbirini tanıdığı yapılardan, yüzlerce daireli, kimsenin komşusunu bilmediği sitelere geçtik. Trafiği düşünmeden, arkeolojik altyapıyı dikkate almadan, sosyal hayatı hesaba katmadan planlanan projeler var. Karaköy’de bir otopark projesinin arkeolojik buluntular nedeniyle durması mesela çok doğal. Orası bir liman, yüzyıllar boyunca farklı medeniyetlerin üst üste bindiği bir bölge. Bunların hepsini hesaba katmadan yapılan her müdahale, kentin hafızasını biraz daha törpülüyor.

LONDRA OFİSİMİZ BATI’DAKİ MERKEZİMİZ

Bir ayağınız da Londra’da. Londra ofisi ne zaman ve hangi ihtiyaçtan doğdu, bugün ne tür projeler yürütüyorsunuz?

Londra ofisini sadece “Londra’da proje yapmak” için açmadık. Biz çok uluslararası firmalarla çalışıyoruz. Nasıl doğu ve güneydeki projeler için firmalar Dubai’yi bir buluşma noktası seçiyorsa, bizim için de Londra hem batıdaki hem kimi zaman Amerika ve Orta Doğu’daki müşterilerle buluşmak için doğal bir merkez oldu. Londra’da da projelerimiz var. İlk başta Frescobaldi, Babaji, Duck & Rice gibi gastronomi projeleriyle başladık. Manchester’da Stock Exchange Hotel’i yaptık, Manchester’ın ilk borsa binasının dönüşümüydü. Son dönemde iki uluslararası Türk markasıyla yaptığımız işler bizim için özel: Kısmet by Milka ve Rebul. Her ikisi için de mimari kimlik tasarladık, markanın DNA’sını çıkarıp mekansal karşılığını oluşturduk. Kısmet by Milka mağazası New Bond Street’te, Rebul ise Marylebone High Street’te.

BALİ, MALDİVLER, DUBAİ, SUUDİ ARABİSTAN

Kaç ülkede, kaç şehirde projeniz var sorusunun cevabı epey kabarık. Henüz gitmediğiniz coğrafyalar ve sizi heyecanlandıran yeni yönler neler?

20 farklı ülkede bugüne kadar proje yaptık. 700 civarı projenin 100’ü yurt dışında. Amerika’da henüz fiziksel bir proje yapmadık ama uzun süredir davet alıyoruz. Avustralya’da da henüz bir bina yapmadık ama Avustralyalı bir müşteriye Türkiye’de bir yat tasarladık. Yeni çalıştığımız coğrafyalardan biri Bali. Orada yaşayan Fransız bir şef için, 5 parçalı bir yaşam kurgusuna sahip bir villa tasarlıyoruz. Maldivler’de resort’ların yanı sıra rezidans projeleri sürüyor. Orta Doğu’da, özellikle Dubai’de çok farklı ölçeklerde işler yapıyoruz. Orada “villa” kavramı bile bambaşka; 5 bin metrekarelik tek bir konut tasarlıyoruz mesela. Suudi Arabistan’da Ed Dammam’da bir aile için adeta küçük bir köy tasarlıyoruz. Sekiz çocuğun her birine birer villa, anne-baba için bir ana villa, meclis alanları, sahil evi, cam duvarlı bir “glass house”… Meclis kültürü gibi yerel yaşam alışkanlıkları, insanların nasıl karşılandığı, nereden alınıp nereye oturtulduğu, nasıl ağırlandığı, hepsi tasarımın parçası. Bizim için en heyecan verici taraf, tam da bu çok kültürlülük. Singapurlu bir müşterinin Hong Kong’da İtalyan restoranı yaptırması ve bunu bir Türk ofise emanet etmesi gibi kesişimler, anlatması da yaşaması da çok keyifli hikayeler.

 

(Yazar:Elif Ergu Demiral)

NO COMMENTS

Bir Cevap YazınCevabı iptal et

Lefke Haber TV sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin

Exit mobile version